30 Mart 2013 Cumartesi

Film Uğruna Kilo Alıp Verenler - I

kelebegin ruyasi
Kelebeğin Rüyası filmini izleyenler olmuştur. Film vizyona girmeden Kıvanç Tatlıtuğ’un ve Mert Fırat’ın film için ne kadar çok kilo verdikleriyle ilgili haberleri eminim birçoğumuz okumuşuzdur. İnsanın sevdiği ve iyi yaptığı işi için yapmayacağı şey yok diye düşündüm önce. Sonra, Türkiye’de film için kilo alıp verenleri yeni yeni duymaya başladığımız aklıma geldi. Meryem Uzerli de bir başka film için epey kilo vermişti. Bunlarla ilgili yazıları okurken, dünyayı sallamış pek çok film ve onların oyuncularını araştırmaya başladım. Kimler hangi filmler için kilo vererek veya alarak ne hale gelmiş, sizlerle de paylaşmak istedim.

Robert De Niro
1980 yapımı Raging Bull -Kızgın Boğa- filmi ile Robert De Niro 27 kilo alarak, filmin ilerleyen sahnelerinde ünlü boksör Jake LaMotta’nın yaşlılığını oynamıştı. De Niro’nun bu 27 kiloyu alabilmek için Kuzey İtalya’da ve Fransa’da deyim yerindeyse ‘alem’ yaptığı söyleniyor. Kendisinin en tanınmaz hali de bu halidir sanıyorum ki. Bakılacak olursa o yıllardaki filinta gibi adam gitmiş yerine bambaşka bir adam gelmiş gibi duruyor. Ben hala alışık olduğumuz Robert De Niro bir bağlantı kuramıyorum.

Makinist
Christian Bale ise The Machinist -Makinist- filmi için 28 kilo vererek 52 kiloya düşmüştü. Bale, film çekimlerinden 4 ay önce başladığı rejiminde ki buna rejimden ziyade açlık çekmek denir herhalde, günde bir bardak kahvenin yanına bazen bir elma bazen de bir konserve ton balığı yediğini söylemişti. Verdiği kilolardan daha da fazlasını vermeye çalışan Bale'i yapımcıların durdurduğunu da eklemek zorundayım.

Bu arada gerilim filmlerini sevip de Makinist filmini izlemediyseniz mutlaka izleyin derim. Kurgusu ve oyunculuklarıyla size harika bir 1,5 saat geçirtecektir.

Cast Away

Üniversite öğrencisiyken izleyip “Ne çok FedEx reklamı yapmışlar.” dediğim Cast Away -Yeni Hayat- filminde Tom Hanks’in 23 kilo verdiğini biliyor muydunuz? Filmde şehir hayatının içinde gayet gıdısı ve göbeği yerinde olan Hanks, adada haliyle zayıf biri olarak karşımıza çıkıyor. Hanks’in vücudundaki değişimin sağlanabilmesi ve o 23 kiloyu verebilmesi için filmin çekimlerine 14 ay ara verilmiş. Prodüksiyon açısından epey ilginç bir deneyim olmalı.

Wilson marka voleybol topunun Robinson Crusoe romanındaki Cuma olduğu film, epey vasat bir filmdi, ama Tom Hanks'in oyunculuğu takdire şayandı. Ayrıca o yıllarda bu filmin beni çok eğlendirdiğini de söylemem gerek.


Bridget JonesKadınlardan ise unutmamız mümkün olmayan Renee Zellweger, meşhur Bridget Jones’s Diary -Bridget Jones’un Günlüğü- filmiyle 9 kilo almıştı. “9 kilo da neymiş? Ben şıp diye alırım o kiloyu.” diyenler olabilir, doğrudur, ama Zellweger 2001’deki ilk filmle 2004’teki ikinci film arasında yine eski kilosuna dönmüş, sonra yine kiloları almış ve yine vermiş biridir. Gerçi Türkiye'deki pek çok insan Zellweger'ı bu filmle ve şişman bir kadın olarak tanımış olsa da, sonradan gayet incecik bir kadın olduğunu öğrenmiştir.


En sevdiklerimden biri olan 2010 yapımı Black Swan -Siyah Kuğu- filminin başrol oyuncusu Natalie Portman, The Swan Queen Nina Sayers rolü için 9 kilo verenlerden. Zaten zayıf olan Portman, 9 kiloyu vererek iyice iğne ipliğe dönmüştü. Haftanın her günü günde 5 saat çalışarak bu kiloyu veren Portman, bir balerini canlandırdığı bu rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını da kazanmıştı.

Yine aynı filmde oynayan Mila Kunis de filmdeki rolü için 9 kilo vermiş. Beş ayda 9 kiloyu veren Kunis, sadece birkaç gün içinde verdiği kiloları geri almış.


Cennetimden Bakarken

Ryan Gosling denen yakışıklının ise herkesten farklı bir hikayesi var. Peter Jackson’ın The Lovely Bones -Cennetimden Bakarken- isimli fantastik filminde genç bir babayı oynamak üzere anlaşılan Gosling’in çekimler başlamadan aldığı kilo tam tamına 27 kilo. Kiloları aldıktan sonra film setine giden Gosling, setteki herkesi hayrete düşürüyor ve kiloları yüzünden filmdeki rolünden oluyor. Haagen Dazs dondurmalarını eriterek içen ve bu sayede kilo almayı başaran Gosling, senaryodaki baba rolünün kilolu olması gerektiğine inanarak kendi kendine kilo almaya karar veriyor. Cennetimden Bakarken filmine Gosling yerine Mark Wahlberg seçiliyor.

23 Mart 2013 Cumartesi

Pilates ve Zayıflama İkilisi


Neredeyse 2 aydır haftada 3 kez pilates yapıyorum. Zayıflamak İçin Pilates İyi Bir Yöntem Olabilir Mi? diye bir yazı yazmıştım daha önce. Başlarken bu sorunun cevabının “Kesinlikle evet” olduğunu düşünüyordum, ama çok daha iyisiymiş.

Öncelikle şunu söylemem gerekir ki; pilates kesinlikle işinin uzmanı eğitmenlerle birlikte yapılmalıdır. Pilatesin esas amacı; kasları geliştirerek sağlam bir iskelet oluşturmak olduğundan bilen birinin yönlendirmesiyle yapılması büyük önem taşıyor. Pilates ile ilgili daha fazla bilgi almak isterseniz Joseph Pilates’i araştırmanızı öneririm. Ben işin uzmanı olmadığımdan pilatesin nasıl yapıldığını anlatmayacağım, ama bana ne gibi bir yararı olduğundan söz edeceğim.

joseph pilates
Önce pilatesin 6 prensibinden bahsedeyim. Yoksa anlattıklarım havada kalabilir. 

  1. Konsantrasyon
  2. Kontrol
  3. Merkezleme
  4. Akıcı hareket
  5. Kesinlik
  6. Nefes
Pilates yapmaya başladığım ilk gün, kendimi çok garip hissetmiştim. Egzersizlerin bana göre bir hareket sorunu vardı. Acele etmeden, yavaş yavaş yapılan hareketler o kadar sıkıcıydı ki zamanın geçmemesinden korkmuştum. Nefes alma sistemi bir garipti. Nefes alırken karnı sırta yapıştırmak gerekiyordu ve nefes verirken de karnı bırakmadan tüm nefesi boşaltmalıydım, ama tabii ki bunu yapamıyordum. Ağırlığı tek ayağın üzerine verip yapılan hareketler var. İlk başladığımda iki hareketten fazlasını yapamıyordum. Hem kendimi merkezleyemiyordum hem de konsantrasyon eksiğim vardı. Eğitmenimin verdiği bir hareketi iki kereden fazla yapamıyordum.

Şimdilerde, iş sebebiyle yoğunsam ve o hafta pilates yapamamışsam hayatımda bir eksiklik olduğunu hissediyorum. Artık hareketleri yaparken kaslarımı hissetmeye çalışıyorum. Sokakta yürürken ve bilgisayar başında otururken artık karnım sırtımda dolaşıyorum. Omuzlarımı dik tutmaya çalışıyorum ve kendimi çok iyi hissediyorum.

Zayıfladın mı diye sorarsanız; tartı bana zayıfladığımı söylemiyor, ancak beni tanıyan, bir süredir görüşmeyip de bir araya geldiğim insanlar, iş çevresindekiler zayıfladığımı iddia ediyor. Gerçekten de pantolonlarımın belleri düşmeye başladı, çekiştirip duruyorum arada. Zayıflamanın ötesinde beni en mutlu eden şey, küçüklüğümden beri olan ve kilom yüzünden de sıklıkla hissettiğim bel ve sırt ağrılarından hiç eser kalmamış olması.

Bu arada Zayıflamak için Pilates İyi Bir Yöntem Olabilir Mi? yazımda sorduğum çubuğun da ne olduğu ortaya çıktı. Onun görevi küçük pilates topunu şişirmekmiş meğer.

10 Mart 2013 Pazar

Seyahat Sonrası Tartıya Korkuyla Çıkmak


İş Gezisi Kaçamakları: Seyahatte diyet yapmanın zorluğu başlıklı bir önceki yazımda iş için New York’a gideceğimden bahsetmiştim. “Döndüğümde kilo almış olursam, beni vurun!” diye de yazıya son noktamı koymuştum. Pekiyi New York’ta neler yedim, içtim? Kilo aldım mı? Bu cenahta son durum nedir?

İstanbul’dan öğlen 13:00 gibi yola çıktık. 10 saatlik bir yolumuzun olması beni 1 hafta öncesinden sıkıntıya sokmaya yetmişti bile. Uçakta oyalanmak için 1 adet öykü kitabı, 1 adet roman, 1 sudoku, 1 de kakuro  kitabı almıştım. Gidişte de dönüşte de kapağını açmadım desem?

uçmak
Uçağa bindik, yerlerimize yerleştik, bir de baktık ki uçakta wifi var ve kalktıktan sonra inişe geçene kadar kullanılabiliyormuş. Bu duruma tüm ekip olarak çok sevindik ve uçak havalanır havalanmaz lap top’larımızı açtık önümüze. Bu arada uçak menüsü önümüze geldi. Yol boyunca 2 kere yemek ikram edeceklerdi. Yanımda oturan yöneticim, “bol bol içer yolu unuturuz” diyerek beni pek bir cesaretlendirmiş olacak ki hostes gelip “ne içerdiniz?” diye sorunda “beyaz şarap” alayım deyiverdim. Bir kere ağzımı şaraba sürmeyeyim, sonunu getiremiyorum. Masanın sağında şarabım, solunda lap top’um, keyifler gıcır. Akşam saat 7’ye kadar çalıştık. Zaten sonrasında 4 – 4,5 saat kaldı New York’a inmemize. Dedim bir de film izleyeyim. Bu arada hala beyaz şaraplar gelip gidiyor, ben bir türlü “hayır” diyemiyorum hostese. İndiğimizde lokal saat mesai bitimi olduğu için pasaport kuyruğunda 2 – 2,5 saat beklemek zorunda kaldık. Tabii bu arada uçakta içtiğim şaraplar dilimi damağımı kurutmuş, susuzluktan gebermeme sebep olmuştu.

Sıkıntı içerisinde pasaport kuyruğunu geçip otele vardığımızda biraz yürüyüş yapıp açılalım diyerek kendimizi New York sokaklarına attık. 1 – 1,5 saatlik bir yürüyüşün ardından hepimiz o kadar acıkmıştık ki 21:00 gibi kendimizi otelin yakınındaki sushiciye attık. Tabii ki bir adet de şarap açtırıverdik.

İlk günün vicdan azabıyla olsa gerek, sabah uyandığımda “bugün edepli yiyeceğim” diye kendimi telkin ettim. Gün içerisinde dört farklı toplantıya girmemiz gerekiyordu ve ikram edilecek olan yiyeceklerin en sağlıklı, en kalorisiz olanlarını yemeyi kafaya koymuştum. Nitekim o gün midemi Amerikan porsiyonlarından kurtarmıştım. Mutluydum, gururluydum.

Ertesi iki gün serbest günlerimizdi. New York’ta “bed and breakfast” mantığında oteller olmadığı için dışarıda kahvaltı etmek şarttı, ancak nereye gitsek yenecek şeyler hep tatlı oluyordu. “Hadi meyveli yoğurt yiyeyim bari” desen, onun da içine şeker katılmamışını bulmak imkansızdı. Kahvaltıda peynir, domates yemeye alışmış bir insan olarak son çareyi marketlerde satılan sandviçlerde buldum. Kalorisi en düşün olan sandviçi seçerek seyahat boyunca vücuduma karbonhidrat yüklemesini başarıyla tamamlamış oldum. Diyetisyenimin bana söylediği bir şey vardı: “Gün içerisinde karbonhidrat alıyorsan, mutlaka 1 saat hareket etmelisin.” İlk serbest günü sadece 1 kere öğle yemeği yemek üzere bulduğumuz victorian tarzı bir cafede oturarak, geri kalan tüm dakikaları yürüyerek geçirdim. Tabii bu oturma pek de sağlıklı bir oturuş olmamıştı. Yediğimiz tabağı ibret olsun diye fotoğrafladım. Belki sonra kendimden utanırım diye, ama utanmadım. Kendi şehrimden başka bir şehirde zararlı şeyler yemek farzmış gibi gittik cafenin en kalorili tabağını istedik. Tabii ki bir şişe de beyaz şarap açtırdık.

centralpark
Pazar günü için brunch programı yapılmıştı grup için. Dolayısıyla yemek yeme saati 11:00’di. Gidilen ülkenin saat farkı sebebiyle bozulan uyku düzenim, beni sabahın 05:00’inde uyandırmıştı. Biraz maillerle haşır neşir olup, New York’un otellerinin olmazsa olmazı daracık, minicik otel odasını biraz derleyip toparladıktan sonra 10 dakikalık mesafedeki Central Park’ta bir yürüyüş yapmaya karar verdim. Havanın soğukluğu bile beni alıkoyamamış, yaklaşık 2 saat kadar Central Park’ı keşfetmeme sebep olmuştu. Koşanlar, hızlı yürüyüş yapanlar, köpeklerini gezdirenler, buz pateni yapanlar… New York’ta herkesin şişman olduğunu zanneden ben, kıskandıracak derecede güzel popolara sahip insanlarla bir aradaydım. “Ulan demek ben de her sabah yürüyüp koşsam, böyle popoya sahip olabilirim” düşünceleri içerisinde brunch zamanı ısmarlayacağım az kalorili yiyeceklerin hayalini kura kura otele doğru yol aldım. Brunch’ta da gayet edepli yedim, içtim.

Brunch’ın Soho’da olması ve grupta New York’u mesken etmiş insanların önerileri doğrultusunda herkesten ayrılarak Soho’da girilmedik sokak bırakmadan Empire State binasına kadar yürüdüm. Yaklaşık 13:00 gibi başladığım yürüyüş, akşam 19:30 sularında sona erdi. Bu süre zarfında ayaklarımı hissetmediğim bir noktada oturup soluklanmak istediğim tek anda da gittim kendime Heartland adında bir pub buldum. New York’ta öyle Avrupa’daki gibi adım başı şirin sokak cafeleri bulmak pek mümkün değil. Bu yüzden dışarıdan görüntüsü hoş gelen bu yere oturup bir adet bira ısmarladım. Asla bir şey yemeyecektim, çünkü akşamında New York’un en beğenilen yerlerinden birine Eataly’e gidilecekti. Tabii ki beceremedim ve 2. biramı ısmarlarken kafam da daha güzel olmasın diye “bir de patates kızartması alayım” deyiverdim garsona. Bu yağlı ve kalorili dinlenme sonrasında Empire State’in yolunu tuttum ve yolda gördüğüm Seks Müzesi’ne giriş yaptım. Empire State binasının tepesine çıkmaktan daha enteresan geldi bir seks müzesine girmek açıkçası. Ardından gidilen Eataly’de balık yiyerek bugüne kadar yediğim ve bugünden sonra yiyeceğim kalorili yiyeceklerin günahını çıkarmış oldum.

times ny
New York’ta kalan 3 gün de fazla abartmadan, döndüğümde tartının bana sevimsiz oyunlar oynamaması ve üzülmemem için gayet sağlıklı beslenmeye gayret ettim. Son günümüzde gittiğimiz ve Türkiyeli kadınların organize ettiği toplantıda Türk yemeklerini görünce sevindim açıkçası. Zeytinyağlılar ve yoğurtlu sebzelerin olması gayet uygundu rejimime. Dönerken daha da şişmemek lazımdı.

Dönüş uçağımız saat 23:00 civarı olduğu için yol boyunca uyuyacağımıza emindim. Bu yüzden şaraplar içilmeyecek, uyandığımızda İstanbul’a varmış ve yine rejim havasına girilmiş olacaktı. Nispeten böyle de oldu. İlk verilen akşam yemeği ile 2 kadeh şarap içildikten sonra göz kapakları ağırlaşmaya başladı ve battaniyeler çekilerek uykuya dalındı.

İstanbul’a indiğimizde saat 17:00 civarıydı. Hızlıca duty free siparişleri alınarak mesai sonrası trafiğine attım kendimi. Eve gidip annemin güzel, yağsız yemeklerinden yiyeceğimi hayal ederek eve vardım ve annemin patates kızartması ile beni karşıladığını görünce inanamadım. Dedim “rejimim anne?”, “yarın başlarsın kızım, gitmeden patates kızartmasını özlediğini söylemiştin, sürpriz olsun diye senin için yaptım.” dedi. Eh! Bu saatten sonra anneyi kırmak olmazdı. Ameliyatlı eliyle patatesleri soymuş, yıkamış, kızartmış biricik kızı için, “yok istemiyorum” diyemezdim. O akşam patates kızartmalarını da yiyip yattım uyudum.

Ertesi sabah uyandığımda tartının bana gülümseyerek mi kızarak mı bakacağını bilmiyordum. Mahmur gözlerle çişe girdim, elimi yüzümü yıkadım ve soyundum. Tartıya bastığımda gidip gelen çizginin ardından çıkan kilo durumum bana sadece 1 kilo aldığımı söylüyordu. Bunun da 10 saatlik yolun ardından vücutta toplanan su olduğuna adım gibi emindim.

Eh! Ben mutlu, tartı mutlu, blogum daha bir mutlu şimdi.