İş Gezisi Kaçamakları: Seyahatte diyet yapmanın zorluğu başlıklı bir önceki yazımda iş için New York’a gideceğimden bahsetmiştim. “Döndüğümde kilo almış olursam, beni vurun!” diye de yazıya son noktamı koymuştum. Pekiyi New York’ta neler yedim, içtim? Kilo aldım mı? Bu cenahta son durum nedir?
İstanbul’dan öğlen 13:00 gibi yola çıktık. 10 saatlik bir yolumuzun olması beni 1 hafta öncesinden sıkıntıya sokmaya yetmişti bile. Uçakta oyalanmak için 1 adet öykü kitabı, 1 adet roman, 1 sudoku, 1 de kakuro kitabı almıştım. Gidişte de dönüşte de kapağını açmadım desem?
Uçağa bindik, yerlerimize yerleştik, bir de baktık ki uçakta wifi var ve kalktıktan sonra inişe geçene kadar kullanılabiliyormuş. Bu duruma tüm ekip olarak çok sevindik ve uçak havalanır havalanmaz lap top’larımızı açtık önümüze. Bu arada uçak menüsü önümüze geldi. Yol boyunca 2 kere yemek ikram edeceklerdi. Yanımda oturan yöneticim, “bol bol içer yolu unuturuz” diyerek beni pek bir cesaretlendirmiş olacak ki hostes gelip “ne içerdiniz?” diye sorunda “beyaz şarap” alayım deyiverdim. Bir kere ağzımı şaraba sürmeyeyim, sonunu getiremiyorum. Masanın sağında şarabım, solunda lap top’um, keyifler gıcır. Akşam saat 7’ye kadar çalıştık. Zaten sonrasında 4 – 4,5 saat kaldı New York’a inmemize. Dedim bir de film izleyeyim. Bu arada hala beyaz şaraplar gelip gidiyor, ben bir türlü “hayır” diyemiyorum hostese. İndiğimizde lokal saat mesai bitimi olduğu için pasaport kuyruğunda 2 – 2,5 saat beklemek zorunda kaldık. Tabii bu arada uçakta içtiğim şaraplar dilimi damağımı kurutmuş, susuzluktan gebermeme sebep olmuştu.
Sıkıntı içerisinde pasaport kuyruğunu geçip otele vardığımızda biraz yürüyüş yapıp açılalım diyerek kendimizi New York sokaklarına attık. 1 – 1,5 saatlik bir yürüyüşün ardından hepimiz o kadar acıkmıştık ki 21:00 gibi kendimizi otelin yakınındaki sushiciye attık. Tabii ki bir adet de şarap açtırıverdik.
İlk günün vicdan azabıyla olsa gerek, sabah uyandığımda “bugün edepli yiyeceğim” diye kendimi telkin ettim. Gün içerisinde dört farklı toplantıya girmemiz gerekiyordu ve ikram edilecek olan yiyeceklerin en sağlıklı, en kalorisiz olanlarını yemeyi kafaya koymuştum. Nitekim o gün midemi Amerikan porsiyonlarından kurtarmıştım. Mutluydum, gururluydum.
Ertesi iki gün serbest günlerimizdi. New York’ta “bed and breakfast” mantığında oteller olmadığı için dışarıda kahvaltı etmek şarttı, ancak nereye gitsek yenecek şeyler hep tatlı oluyordu. “Hadi meyveli yoğurt yiyeyim bari” desen, onun da içine şeker katılmamışını bulmak imkansızdı. Kahvaltıda peynir, domates yemeye alışmış bir insan olarak son çareyi marketlerde satılan sandviçlerde buldum. Kalorisi en düşün olan sandviçi seçerek seyahat boyunca vücuduma karbonhidrat yüklemesini başarıyla tamamlamış oldum. Diyetisyenimin bana söylediği bir şey vardı: “Gün içerisinde karbonhidrat alıyorsan, mutlaka 1 saat hareket etmelisin.” İlk serbest günü sadece 1 kere öğle yemeği yemek üzere bulduğumuz victorian tarzı bir cafede oturarak, geri kalan tüm dakikaları yürüyerek geçirdim. Tabii bu oturma pek de sağlıklı bir oturuş olmamıştı. Yediğimiz tabağı ibret olsun diye fotoğrafladım. Belki sonra kendimden utanırım diye, ama utanmadım. Kendi şehrimden başka bir şehirde zararlı şeyler yemek farzmış gibi gittik cafenin en kalorili tabağını istedik. Tabii ki bir şişe de beyaz şarap açtırdık.
Pazar günü için brunch programı yapılmıştı grup için. Dolayısıyla yemek yeme saati 11:00’di. Gidilen ülkenin saat farkı sebebiyle bozulan uyku düzenim, beni sabahın 05:00’inde uyandırmıştı. Biraz maillerle haşır neşir olup, New York’un otellerinin olmazsa olmazı daracık, minicik otel odasını biraz derleyip toparladıktan sonra 10 dakikalık mesafedeki Central Park’ta bir yürüyüş yapmaya karar verdim. Havanın soğukluğu bile beni alıkoyamamış, yaklaşık 2 saat kadar Central Park’ı keşfetmeme sebep olmuştu. Koşanlar, hızlı yürüyüş yapanlar, köpeklerini gezdirenler, buz pateni yapanlar… New York’ta herkesin şişman olduğunu zanneden ben, kıskandıracak derecede güzel popolara sahip insanlarla bir aradaydım. “Ulan demek ben de her sabah yürüyüp koşsam, böyle popoya sahip olabilirim” düşünceleri içerisinde brunch zamanı ısmarlayacağım az kalorili yiyeceklerin hayalini kura kura otele doğru yol aldım. Brunch’ta da gayet edepli yedim, içtim.
Brunch’ın Soho’da olması ve grupta New York’u mesken etmiş insanların önerileri doğrultusunda herkesten ayrılarak Soho’da girilmedik sokak bırakmadan Empire State binasına kadar yürüdüm. Yaklaşık 13:00 gibi başladığım yürüyüş, akşam 19:30 sularında sona erdi. Bu süre zarfında ayaklarımı hissetmediğim bir noktada oturup soluklanmak istediğim tek anda da gittim kendime Heartland adında bir pub buldum. New York’ta öyle Avrupa’daki gibi adım başı şirin sokak cafeleri bulmak pek mümkün değil. Bu yüzden dışarıdan görüntüsü hoş gelen bu yere oturup bir adet bira ısmarladım. Asla bir şey yemeyecektim, çünkü akşamında New York’un en beğenilen yerlerinden birine Eataly’e gidilecekti. Tabii ki beceremedim ve 2. biramı ısmarlarken kafam da daha güzel olmasın diye “bir de patates kızartması alayım” deyiverdim garsona. Bu yağlı ve kalorili dinlenme sonrasında Empire State’in yolunu tuttum ve yolda gördüğüm Seks Müzesi’ne giriş yaptım. Empire State binasının tepesine çıkmaktan daha enteresan geldi bir seks müzesine girmek açıkçası. Ardından gidilen Eataly’de balık yiyerek bugüne kadar yediğim ve bugünden sonra yiyeceğim kalorili yiyeceklerin günahını çıkarmış oldum.
New York’ta kalan 3 gün de fazla abartmadan, döndüğümde tartının bana sevimsiz oyunlar oynamaması ve üzülmemem için gayet sağlıklı beslenmeye gayret ettim. Son günümüzde gittiğimiz ve Türkiyeli kadınların organize ettiği toplantıda Türk yemeklerini görünce sevindim açıkçası. Zeytinyağlılar ve yoğurtlu sebzelerin olması gayet uygundu rejimime. Dönerken daha da şişmemek lazımdı.
Dönüş uçağımız saat 23:00 civarı olduğu için yol boyunca uyuyacağımıza emindim. Bu yüzden şaraplar içilmeyecek, uyandığımızda İstanbul’a varmış ve yine rejim havasına girilmiş olacaktı. Nispeten böyle de oldu. İlk verilen akşam yemeği ile 2 kadeh şarap içildikten sonra göz kapakları ağırlaşmaya başladı ve battaniyeler çekilerek uykuya dalındı.
İstanbul’a indiğimizde saat 17:00 civarıydı. Hızlıca duty free siparişleri alınarak mesai sonrası trafiğine attım kendimi. Eve gidip annemin güzel, yağsız yemeklerinden yiyeceğimi hayal ederek eve vardım ve annemin patates kızartması ile beni karşıladığını görünce inanamadım. Dedim “rejimim anne?”, “yarın başlarsın kızım, gitmeden patates kızartmasını özlediğini söylemiştin, sürpriz olsun diye senin için yaptım.” dedi. Eh! Bu saatten sonra anneyi kırmak olmazdı. Ameliyatlı eliyle patatesleri soymuş, yıkamış, kızartmış biricik kızı için, “yok istemiyorum” diyemezdim. O akşam patates kızartmalarını da yiyip yattım uyudum.
Ertesi sabah uyandığımda tartının bana gülümseyerek mi kızarak mı bakacağını bilmiyordum. Mahmur gözlerle çişe girdim, elimi yüzümü yıkadım ve soyundum. Tartıya bastığımda gidip gelen çizginin ardından çıkan kilo durumum bana sadece 1 kilo aldığımı söylüyordu. Bunun da 10 saatlik yolun ardından vücutta toplanan su olduğuna adım gibi emindim.
Eh! Ben mutlu, tartı mutlu, blogum daha bir mutlu şimdi.
Hep kilolarla mücadele ettiğim için yola çıkarken bavula koyduğum ilk şey tartım olur.
YanıtlaSilÖzellikle araba yolculuklarında ben de hep alıyorum tartımı yanıma, ancak dijital tartılar çıktığından beri havaalanlarında kontrol sırasında birkaç kere bavulumu açmama sebep olduğu için vazgeçtim bu sevdadan maalesef.
SilMimlendin :)
YanıtlaSilhttp://bordoduslerim.blogspot.com/2013/03/makyaj-duzeni-mimi.html